29 Temmuz 2018 Pazar

Okurum Diyenin Okuması Gereken Yazı

Sonda söylenmesi gereken kelamın, başta söylenmesi gerekir kimi hal zamanlarda. Işte bu hal, tam da içinde bulunduğumuz haldir. Öyle ise buyurun:
"Bekareti ağzında doğan insanlar ilk oksijeni ciğerlerine çektiklerinde yırtmışlardır ar damarlarını da. Patavatsizligin prim, cehaletin erdem, bencilliğin hak olduğu yer yüzünde; kostümlü mahlukat olarak dolaşırlar.
İnsan içinde iki kelimeyi yanyana getirip cümle kuramayan ilkel insan, dokunmatik ekran başında yuvarlak masa şövalyesi kesilir.
Sok kılıcını yerine güzel kardeşim. Şarjın bitmesin."
"Lafın bana mı birader?" diyenler olacaktır içinizde. Evet lafım sana! Lafım, üç beş kitabı Instagramda afilli kompozisyon konsepti eşliğinde paylaşmaktan başka hiçbir amaç dışında kullanmayı beceremeyene!
Son dönemlerde çeşitli platformlarda, takipçi kasma ya da daha çok like alma gayesindeki okur toplulukları ya da kişiler arasında "En çok sevdiğiniz yazar" ve benzeri başlıklı içerikler, yağmurdan sonra tüneyen mantar gibi rol çalmaya başladılar. Malumunuz mantar da bitkilerin en arsizindandir!
Çok Güzel Hareketler Bunlar Programı'ni sanıyorum ki aranızda izlemeyen yoktur. Orada Yılmaz Erdoğan her skecten sonra seyircilere sorar: Bu oyunun önermesi nedir? Söz alma cesareti gösterenlerin beyanı yılların tiyatrocusuna sac baş yoldurur. Hatırladınız mi? Kimileri, önlerinde ceryan eden mevzuya alakasız yorumlar yaparken; kimileri sahnelenen çalışmanın özetini söylerler mikrofona! Maksat, mana yoktur söz sahiplerinde.
Burada ne demek istiyorum biliyor musunuz? Tek yeteneği, "Falanca şehirde geçen olayda filânca kişilerinin başlarından geçen bilmem ne olayı anlatılan kitap." diyebilmek olan zat, kendini nitelikli okur zanneder. Oldum zanneder. Işte bu zannın altında toplanan kendi iradesine hukmetmekten aciz kişi de onu, bookstagram kabul eder. Kriz de tam burada başlar...
Üç yüz sayfalık kitap hakkında "Beğendim." , "Beğenmedim." ,"Güzeldi." gibi zihni ve metabolizmayı zahmete sokmayan kelimeciklerle sözde yorum yapabildiğini sanan kişiler, yazar eleştirmeni olur, çıkar meydana!
Yahu, yazar eleştirmek için önce yazara hakim olmak gerekir. Yazardan sonra sıra emsallerine gelir. Gelir ki eksiklerini, fazlalarını analiz edebilesin. Be heyhat! Dilbilgisi bilmen gerekir! Sonra külahı karşına almalı ve analizini sunmalısın. "Yazarın dili nasıldır? Zengin lügat, zengin dilbilgisi, zengin edebi sanatlar içerir mi? Karakterine hakim midir? Okuyucusuna tasvirini sunabilmiş midir? Kurgusuna hakimiyeti nasıldır? Kavramlar arasında boşluk var midir? Kullanılan icerik donem şartları ile tezatlik yaratir mi? Psikolojik sunumlarında realist çizgiyi muhafaza edebilmiş midir?"
Uzar bu liste! Ama yok efendim! Bağlaç olan de'ler bitişik yazılmışmış da sahiplik belirten ki'ler ayrı yazilmismis. Bunu mu begenmedin?
Son kitabımda, psikolog ve hasta arasında geçen birkaç diyalogu yazabilmek için Irwin Yalom'un üç kitabını okuyan ben; baba parası sermayende kurduğun işte kullanacağın arabayı sürebilmek için sahip olman gereken ehliyetin olmazsa olmaz kuralı ilkokulu bitirmek zorunda kalan ve kazara bağlaç denen haltı öğrenen sen!
Hayır efendim, okur her zaman haklı değildir! Okur velinimet ise yazar sermayedir! Eğer ki bir piyasaysa edebiyat, mahsulü kitap, işçisi yazardır.
Yazar denen kişi bir ürünü, bir kitabı yani bir sanatı piyasaya sürmüş ise tabi ki eleştiriyi de ön görecek. Arzına talep bekleyecek ve müşteri memnuniyetini ön plana çıkaracaktır. Takipçi, uygun bir lisan ile insanlık onuru denen soyut kavramı da ihmal etmeden tahlilini sunmalıdır. Adına eleştiri dediğiniz siz okurların kutsal nişanından bahsediyorum.
Eleştiri denen kavram içinde ahlak barındır, bilgi barındırır, tecrübe barındırır! Bekareti ağzı doğan insanları hatırladınız mi?
Yukarıda zikrettiğim mevzu genel kapsamlı yargıma ait beyandır. Aksi durum gören kişi lütfen benimle iletişime geçsin ve genel itibarlı şu ithamın yanlıştır desin. Mantığını da yanında getirsin ama...
Gelelim mevzunun şahsımla alakalı bölümüne. Ben ki henüz ilk kitabı piyasaya çıkalı birkaç ay olan bir yazar iken, hiç ahbabımın olmadığı bir memlekette, hem de sonuçlarını yani hiç kitap imzalamadan tekrar ikametime döneceğimi kabul ederek imza gününe gitmiş bir yazarım. Ben ki editasyonu eksik bir kitabı eleştirmek veyahut örneklemek için ilk kitabım Kana Davet'i kullanan bir yazarım. Sen kimsin? Sen kimsin ki benimle ilgili bir bahiste her daim haklı olabileceğin cüreti kendinde bulabiliyorsun?
Edebiyat bir sanattır. Sanat ise özgün, özgün bir eser ise okur liyakatina kapalıdır. Bunun muhasebesi ancak hakikatın içinde yoğrulmuş erdemli kişilere mustehaktır.
Bu bağlamda, yazımı kendi akıl süzgecinden geçiren ve ancak şahsi kanaatine uygunluğunu kabul edenleri sayfamda görmek istediğimi belirtmek istiyorum. Ben bir tüccar değilim ve gerekirse kitabımı sokak sokak gezerek insanlara kendim ulaştırabilirim.
Belirtmeden olmaz. Bu metin, eleştiriye değil saygısızlığa tahammülsüzlüğümün sonucudur. Idrak yoksulluğu yaşayanları da sayfamda yahut bulunduğum mecralarda da görmek istemedigimi üstüne basa basa belirtmek istiyorum.
Sevgi ile kalın.

19 Ekim 2017 Perşembe

Satışlar Nasıl Gidiyor YAZAR

SSS durumu bir vahim mevzu söz konusu. "Satışlar nasıl gidiyor YAZAR Bey"

Türk edebiyatının gerek hedef kitlesi, gerek "valla sürükleyici kitap olursa elimden bırakamıyorum.
Fakat kalın olmasın" tayfası tarafından Sıkça Sorulan Sorular arasında en popüler olanıdır.

Yayınevleri eser sahibinden eserinin kitap haline gelebilmesi için en az dört asgari maaş tutarı talep eder ve "Hocam (tabi bu süreçte yazar kişisi Hoca olur) sana şu kadar kitap verelim de masrafını çıkar ehehhee" şeklinde sözleşme hükmü koyar ise bu sual kaçınılmazdır.

Mevzuya girmeden önce iğneyi kendime batırmakla başlamalıyım ki, çuvaldızın muhatapları olur da kazara bu yazıdan haberdar olur ise "adam haklı" deme erdemini gösterebilsinler.

Memlekette ben dahil herkeZin yazdığı edebiyat dünyasında ben kendimi ancak yazan olarak tanımlayabilirim. Hatta yazmaya çalışan... Ama asla YAZAR diyemem kendime. Peyami Safa'nın, Yaşar Kemal'in kitapları ile büyüyüp okuduğum yüzlerce (kaç kitabınız var sorularının sahiplerine...) kitabı karşıma alıp da henüz yazarım diyemiyorum.

Fakat; paralı dosya ile edebiyatı ticaret piyasasına  malzeme eden ve hiçbir edebi kaygısı olmayıp üreticilik konusunda yenilik-devamlılık vaat etmeyen isimleri sırf nakit akışı için YAZAR yapan yayınevlerine, kendi propagandalarını yapan ve ısrarla çok satan yazar müsveddelerine rağmen ve en çokta doğru bildiklerimi paylaşmak için yazmaya gönüllüyüm!

Elbette bu işlerin bir matematiği var. Eser sahibi-yayıncı-okur arasındaki zincirin kusursuz dönebilmesi için ortada bir meblağ olmalı. Ekmek-Köfte (göz kırpan surat)

Patronlar taş yesin demiyoruz. Yanlış anlaşılmasın!


Salatalığın alası, yoğurdun hası, sarımsağın kralı derken! Bir cacık çıkmıyor ortaya.
Zaat-ı muhterem yazar, oldu hoca! Bugün bir ortamda kullandığım bir ifade vardı. "Hint keneviri kokulu kitaplar." Rüya içinde rüya yaşadığının farkında olmayan yazar, rüyalarına girdiği okurlar! ile de etkisi artan bir kitleye sahip oluyor. 1k 10k 100k takipçi listeleri. "Hocam ellerinizden, hocam kaleminizden öperim" halleri...

Durmuyordu yazar kişisi. Tam üç kişi kitabını okumuştu ve sıra kendine gelmişti. Sükse yapmalı, merdiven altı ve mazinin korsancısı yayinevinin eksikliğini kendi yetenekleri kapatmalıydı.

Piposunu alevlendirirken karnının acıktığını hissetti. Oturduğu sallangaçlı koltuğundan ayaklandı. Yanında George Orwell okuyan eşi yüzünde tatlı tebessüm ile hayatının yazarına küçük bir gülücük gönderdi. Mutfağa giderek eşine ve kendine küçük, minnoş ve lezzetli birer sandviç hazırladı...

Hayır böyle olmadı. Ağzına aldığı gözlük sapını kemirirken, ağzından akan salya ile planını çokta düşünmeden kurguladı. Bok atacaktı! Adam yazardı ve bu boru değildi!






6 Mart 2017 Pazartesi

WhatsApp Cinayetleri

Öğle saatlerinde Savcılar ve Hakimler lojmanlarından gelen cinayet dosyası, Cinayet Büro için yalnızca bilgi mahiyeti taşımaktaydı. Önceki gecenin nöbetçi savcısı Ferhat Tanrıkulları lojman dairesinin giriş kapısı önünde ölü olarak bulunmuştu apartman görevlisi tarafından. Maktul savcı olduğu için konu öncelikli olarak Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü'ne intikal etmişti. 

Dostu Efe ile büroda kalmayı tercih eden Komiser Yardımcısı Emre, Gülşah'ı ortalıkta görünmesi için lojmanların bulunduğu ilçeye yönlendirmişti. İşgüzar bir amirin çıkıp "ortada cinayet var, cinayet büro nerede?" yaygarası kopartıp üstlerine yaranma çabasının önüne geçmek adına yapmıştı bunu. 
Kış, etkisini azaltmış, meteoroloji İstanbul için sıcak hava bültenleri geçiyordu ajanslardan. Kendi masasında rubik küp ile oyalanıyordu Emre. Yazışma protokolünden nefret eder, önüne gelen evrakı imzalamak dışında dosyalar ile muhatap olmazdı. 

-Saat iki oldu Emre, yemeğe inmeyecek miyiz?
Renkli kutunun üzerinden dostuna baktı Emre. Aynı renklerin bulunduğu parçaları bir araya getiremediği için gergindi. Küpün tek tarafını ayarlamakta sorun yoktu. Birkaç hamle ile bunu tamamlayabiliyordu ancak tüm renkler için aynı durum geçerli değildi. 
Arkadaşına istemeyerek de olsa cevap vermek üzere iken telefonuna gelen mesajla dikkati dağıldı. Formalite icabı göreve gönderdiği Gülşah, şefine bilgi aktarıyordu. Efe, Emre ve kendisinin olduğu Whatsapp gurubundan yazmıştı mesajı. 





Ekip arkadaşı Gülşah'ın mesajlarını okuyup, aklındaki soruları sorduktan sonra tekrar renkli kutusuna döndü Emre. Efe mesajları okuduysa da bir şey söylemedi. Dostu ve şefi gergin iken pek çekilmezdi. 
Elindeki zeka oyununda bir kez daha sadece mavi renkleri küpün aynı yüzünde toplayabilmişti. Diğer renkler adeta cümbüş çalıyordu.




Güzel meslektaşının yolladığı çizelgeye baktı Emre. Daha sonra mesajlaşmanın üst satırlardaki konuşmaları okudu. Saatine göz attı. 



Tekrar küpü ile oyalanmaya koyuldu Emre. Acıkan karnının gurultusunu sigara dumanı ile bastırmak için yeni bir dal ateşleyen Efe de cam kenarındaki yerini aldı tekrar. Öfkeli dev, ne yemek yemek, ne de cinayet çözmek istiyordu. Oyuncağın sürtünme sesleri hızlandıkça Emre'nin alnından da terler akmaya başlıyordu. Tamamen hedefine odaklanmış, burnundan soluduğu nefesini hızlı hızlı alıp veriyordu. Elleri bir program yazılımcısının parmaklarının klavye üzerinde gezdiği gibi hareket ediyordu. Ya da bir piyanistin klavye üzerinde dans eden kıvrak bilekleri gibi. Zaman geçiyor, Emre hiç durmuyordu. Küp, anlık dahi olsa soluklanamıyordu ellerinin arasında. Büronun camından Vatan Caddesi üzerindeki insan telaşını seyrederken Efe, bir gürültü ile döndü arkadaşına. Emre oyuncağında zafere ulaşmış, kontrolsüz gücüne hakim olamayarak küpü masasına vurmuştu.

Telefonuna uzandı ve yazmaya koyuldu.




5 Mart 2017 Pazar

Yayınevi Güncelleme Sürüm 0.17

On binler satan ve kaprisleri okuyucusunu dahi boğan bir yazar değilim sanırım. İlk kitabı sözleşmesini feshettiği yayınevi tarafından yok satan! okur öncelikli bir yazar adayıyım en fazla. Kitabımın yok satmasının sebebi şahsi marifet değil tabi ki. İlk baskının maliyeti çıkarıp, üstüne tükenmesi ve stok durumunun sıfıra dayanması. Kendimi şımartacak olursam; Kana Davet'e erişmek imkansız!
Kalemi hedefi on ikiden vuran, hatta ücretsiz olmasına rağmen blogu dahi ziyaret edilmeyen bir yazma gayretlisi olarak her çamuru yayıncı firmaya atıyor olmam pek kabul görmeyebilir. Fakat hevesler böyle kırılıyor ne yazık ki!
Bahaneler torbasını sırtıma yükleyip, yeri geldiğinde içini açıp teker teker boşaltacağım elbet. Zatımı yazma gayretlisi olarak tanımlamam da bunu gerektirir.
Bir kaban size olmadıysa değiştirmek icap eder. Israrı lüzumsuzluk derecesinde inatlaşmaktır. Niyetlerimize dar gelen ve şimdilerde kalemimize olumsuz referans olan toplulukları budadığımız gibi, hayallerimize fatura kesen firma ile de yollarımızı ayırdık. Onlar sağ, biz selamet.
Uzun zaman önce son noktası konan Hasta Şehir, şahsi sebep ve duygulardan ötürü ne yazık ki ertelenmek zorunda kalmıştı. Edebiyatın terzisi birkaç yayınevi ile bu zaman diliminde çeşitli mutabakatlar sağlansa da imza bir şekilde nasip olmamıştı. Tam zamanı mıydı bilmiyorum ama kazasız belasız bir mukavele hazırlandı ve resmiyete döküldü çok şükür.

Kişisel gelişim uzmanı değilim. Yaşam koçu ya da yazar koçu da değilim. Fakat her alevin sebebi bir kıvılcım gibi yazabilmenin de temel motivasyon sistematiğinin üst sıralarında "sebep" beklentisi vardır mutlaka. Devamlılığı ve üretkenliği sağlamak adına vira bismillah dedik ve Truva Yayınları ile anlaştık.

Gayretimizi tüccarlık olarak ananlara da, yolumuza taş koyanlara da; tüm samimiyetleri ile "merakla bekleyen" dostlara da selam olsun.

27 Mayıs 2015 Çarşamba

"Kana Davet" Başlıklı Yazısı ile Sevgili Gizem'in Blog'undan...


...Ben polisiye türüne çok aşina değilim, bu türden okuduğum kitaplar 5-6 tane olmalı. O yüzden "bir polisiye kitap nasıl olmalı" çok fikrim yok; ancak söyleşide de bu konu üzerine konuştuğumuzda şunu belirtmiştim: Her roman türünde olduğu gibi -fantastik ve bilim kurgu hariç tabiki de- gerçekçilik çok önemli. Mekân ve zaman kurgusunda gerçeklikten sapma olmamalı. Polisiye elbette biraz çetrefilli olmalı, merak ettirmeli, kurgusu çok iyi tasarlanmalı ve olay örgüsünde açık olmamalı....

Kitap Ağacı Bursa Ailesi ile gerçekleştirdiğimiz mütevazi buluşmamızda, o kadar sıcak temaslar sağladık ki kitap dostları ile; tarifi imkansız. Israrla kendimi bir yazar olarak görmediğimi belirtmeme rağmen, kitap sever dostların Kana Davet'e olan ilgileri kendimi "yazar" olarak hissetmemi sağladı. İşte bunun en somut örneği ise, sevgili Gizem'in parmaklarından dökülenler... 
Gizem'in Blog Yazısı



24 Mayıs 2015 Pazar

Acemi Yazar Tutulması

Saat 04:34. Mayıs 25'in ilk saatleri. Şuan başlayan dinin çağrısı... Ortaköy'ün birkaç saat önce durulmaya başlayan caddelerinin, birkaç saat sonra beşer hengamesine boğulacak olması... Güneşin aldığı evren terbiyesi gereği görevini yerine getirmesi ve diğer yarım kürenin karanlığa gömülmesi. Sabahın nasibine çıkacak balıkçılar kadar, yuvada bekleyen yavrularına yiyecek getirme telaşına düşecek kuşların eli kulağında cıvıltıları... Ultrabookun mekanına çöken uzun bacaklarım, üst baldırlarımı yakmaya başlayan teknoloji... Kül tablasında sönmüş izmaritlerin sayısının, pakette kalanlardan daha fazla oluşunun çıkmazı... Tekrarı başlayan omuz sancısı ve antrenman sonrası için almayı unuttuğum ton balığı... Akvaryumdaki balıkların tepede yanan lambadan dolayı küfrettiklerini düşünme durumu... Adres sorduğun esnafın, en az senin kadar buraların yabancısı olması... Üç saat kadar önce altı kapatılan çayın fiyaskosunun, acı tadı mı yoksa soğumuş olması mı kararsızlığı...Bu sırada kül tablasına yeni bir izmariti basmanın getirdiği sigarasız kalma tedirginliği hissettirmesi... Uyuşmaya başlayan bacağın mı yoksa vücut metabolizmandaki rahatlığın bozulacağı tercihi mi...
Bana bakmaya devam eden solungaç solunumluların küfür etme düşüncelerinin kuvvetlenmesi...
Gece boyunca çok eğlenen üst kat komşu çiftinin eğlencesine şahitlik etmek zorunda kalışın, şuan fark edilmesi... Acı tecrübenin, sineye çekilmesi... Granüllü endoplazmik retikulum ile granüzlsüzünün akrabalık ilişkilerinin derecesini merak etme gereksizliği...

Mevlana-Şems, Batman-Robin, Vokta-Enerji... Favori ikili seçimi...  Tüm bu gereksizlik eylemlerinin yazdıkça çoğalmasına anlam veremiyorken, yazamamak...

14 Mayıs 2015 Perşembe

Polisiye Nedir

Polisiye Nedir?

Polisiye terimi ilk başta akıllarda resmi bir kurum algısı oluştursa da aslında hayatımızın her alanında yer alan bir beyin işlevselliğidir. Bu noktayı yazının ilerleyen bölümlerinde ele alacağım. Öncelikle benim gözlemlerime göre, edebiyatta polisiye - aksiyon türlerinin ayrımının yapılamıyor olmasına değinmek istiyorum.
Bahsi geçen türlerin asla bir kalıbı, kesin çizgileri ya da değiştirilemez kanunları yoktur aslında. Lakin o kadar çok ortak noktaları vardır ki, bu da polisiyenin diğer türler arasında eriyip gitmesine, homojenliğini kaybetmesine sebep oluyor. 

Şimdi "Polisiye Nedir" sorusunu kendinize sormanızı istiyorum. Polisiyeden beklentiler nelerdir? Vakti ile katıldığım bir edebiyat kulübü ile gerçekleştirdiğimiz toplantılar ve Kana Davet'in imza günlerinde karşılaştığım, okuyuculardan aldığım o kadar farklı yorumlar var ki! Bir polisiye eseri, 300 (üç yüz) sayfadan aşağı olmamalı; içinde kan sıçramış duvarlar, çürümüş ceset kokusu, her sayfasında aksiyon, bitmeyen bir macera olmalı gibi arzulara şahitlik ettim. Altını çizerek belirttiğim kısımları "ayrım" bölümünde ele alacağım. Öncelikle 300 (üç yüz) sayfa faciası hakkında konuşalım.
Agatha Christie'yi tanımak, adını ve namını duymuş olmak için bir polisiye okuru olmaya ihtiyaç yoktur. Olmamalı da! Sıkı bir okuyucu ve takipçisi olduğum İngiliz yazar birkaç çalışması dışında bu kıstas aralığında başka kitap yazmamıştır. Ölümünün ardından 39 yıl geçmesine ve ilk romanı Ölüm Sessiz Geldi (The Mysterious Affair At Styles)  1920 yılında yayınlamasına rağmen hala satmaya ve kendini okutmaya devam ediyorsa; ve bu başarının haklı unvanı "Polisiyenin Kraliçesi" ile övgülerle adı anılıyorsa Agatha Christie'nin, sayfa sayısı ile değer biçme eyleminin kati suretle haksızlık olduğu görüşü kesin hükmümdür.
Kaldı ki hangi edebiyat türüne bu yaklaşım ile bir kaygı yükleyebiliriz? Hayatımızı değiştirecek, beynimize düşüncelerimize duygularımıza yön verecek sadece 100 sayfalık kitaplar var tozlu raflar arasında. Sokrates'in Savunası, Dreyfus Olayı, Satranç ya da Simyacı şuan aklıma gelen birkaç kitap yalnızca.
Aslında okur, tek taraflı ve dar açılı pencereden baktığı takdirde bu talebinde haklı diyebilirim. Edebiyat dünyasında yer edinebilme mücadelem sırasında, camiaya çeşitli alanlarda dahil olan isimlerin "kitabını kalınlaştır" tavsiye!!!lerine şahitlik ettim Ticaret sektöründe piyasa içinde kendisine yer bulabilmiş bir sermayenin, yayın evi bağlantılı ilişkilerinde bu tavsiyeler ne yazık ki nefes alıp vermeye ve edebiyata yön vermeye devam ediyor. Bu noktada okuyucunun düştüğü zafiyeti de inceleyeceğiz. 

Polisiye ve Aksiyon

Polisiye aksiyon
Yukarıdaki bağlantılarda polisiye-aksiyon terimlerinin edebiyat içerisindeki tanımları yer almakta. Kendi yorumlarımız ile ilerleyelim.
Başlamadan belirtmek isterim ki, yazılarım hiçbir suretle kesin hüküm taşımamakta ve yalnızca kendi kanaatimi barındırmakta. 
Okuduğum bir kitapta ve bulunduğum sayfada bir "olay" yaşanıyorsa; bu olayı yazar kendi tarzı ile süslüyor ve tasvirler yardımı ile sayfa kalınlaştırıyorsa, takip eden sayfalarda ise okuyucuya heyecan veren içine dahil eden "olayı" kendisi bizzat açıklıyor ise, ben bu kurgulara aksiyon-macera derim. 

Polisiye bir beyin jimnastiği eylemidir. Okuyucuya kitabı kapattıran, kendi zihninde 5N1K oynatan bir sistemdir. Yazar ile okuyucunun karşılıklı satranç savaşıdır. Kareli tahta üzerinde figürler ile oynanan bir oyundan bahsetmiyorum, ikinci kalitede hamur kayıt üzerindeki kuru mürekkeple yapılan savaştan bahsediyorum. 
Polisiye kurgusunda olayın seremonisi okuyucuyu cezp eder. "Kapalı kapının çatlak eşiğinden sızarak koridora ulaşan kan kümesi, cinayet ekibi bölgeye gelene kadar pıhtılaşıp kurumuş, pis zemin üzerinde kara bir delik halini almıştı. Kapıya yaklaştıklarında içeriden gelen çürük et kokusunu burunlarında hissetmeye başlamışlardı. Metal bir cisim ile defalarca darbeler almış, adeta bir aslan tarafından pençelenmiş gibi yorgun duran kapıyı ayaklarının hemen bitişiğindeki insan kanına basmamaya özen göstererek ayak ucu ile itti  Kenan. İnleyen bir insan sesini andıran gıcırdama ile açılan menteşeli ahşabın ardından gördükleri bir an içinin kalkmasına sebep oldu. Ağzının içine dolan mide öz suyunu biyolojik delilleri kaybetmemek adına kapı ardına çıkardı. Tekrar aralık kapıdan içeri girerken ise polo tişörtünün yakasını ağzını ve burnunu kapatacak şekilde yukarı çekmişti. Paslı bir karyola üzerindeki koyu kırmızıya bulanmış yatakta çıplak bir kadın cesedi yatmaktaydı. Gırtlağı kesici bir alet ile parçalanmış, suratı ise asitli bir kimyasal tarafından yakılmıştı. Sararmış cesedin yanı başında ise kesik bir el duruyordu."

Tırnak içindeki kurgu ayaküstü kurguladığım bir olay. Tablo vahşet içeriyor. Süslenebilirliği yüksek bir kompozisyon. Şimdi polisiye ve aksiyon yazarının ayrımına gelelim lafı daha fazla uzatmadan. 
Aksiyon: SON; evlenme teklifini reddeden genç kızı suratına kezzap dökerek, elini ve boğazını keserek öldüren vahşi adam tutuklandı.
Polisiye: SON; şeriat kuralları gereği evlenme teklifini reddeden genç kızı şeriat hükmü ile öldüren zanlı, hırsızlık yaptığını bildiği kadının elini de kestiğini itiraf etti. 

İlk finalde, sonuç odaklı bir durumun söz konusu olduğunu görmek mümkün. Çünkü burada yazar okuyucuyu konuya dahil etmek istememiş, tüm kurguyu kendi yönlendirmiştir. İkinci finalde ise okuyucu eğer isterse katilin ritüelini görebilir, yüz yakma ve el kesme noktalarına yoğunlaştığı takdirde "şeriat" kanunlarını fark edebilir. 

Sonuç olarak; tepeden güneşin kavurduğu yaz gününde terk edilmiş bir köy villasının bahçesinde duran yaşlı adamın titrek elleri ile cebinden çıkardığı paslı tütün tabakasından alıp sararmış bıyıkları altındaki çatlak dudakları arasına yerleştirdiği tütün sarmalını diğer cebinden çıkardığı ve sızlayan nasırlı elleri ile kutusuna sürterek yaktığı kibrit çöpü ile tutuşturduktan sonra umarsızca savurduğu kibrit çöpü bir orman yangınına sebep olmayacaksa; bu karakter sigara kullanmamalı polisiyede.







Sorusu ile birlikte bu üçgen bir süre beklesin.(cevap süreniz 15 saniye)
(resim ve tema onedio sayfasından alıntıdır)









Günlük Hayatımızda Polisiye

Yukarıdaki görselde yer alan soruyu belirtilen sürede cevaplayıp aklınızda tutunuz. 

Teknik tabirden uzaklaştığımız takdirde hayatımızda yer alan olaylar örgüsünden de birer polisiye motifi çıkartabiliriz. Aslında her birimiz sabah yatağımızdan kalktığımız andan itibaren birer dedektif kılığına bürünüyoruz. 
Lavaboda yüzümüzü yıkadıktan sonra ıslak bornozu fark ettiğimiz an, eşimizin "yine havluyu kullanmak yerine ellerini bornoza sildiğini" görüyoruz mesela. 
Mutfakta tezgah üzerinde duran kirli bir tatlı kaşığı, ev arkadaşımızın gece kalkarak nutellayı kaşıkladığını gösteriyor bize. 
Evden çıkarken kapı önündeki ayakkabılarınızın dağınıklığı, apartman görevlisinin işini savsakladığını gösteriyor.
Bindiğiniz dolmuşta kolunu camdan sarkıtan şoförün avuç içinde sakladığı sigara, kuralları çiğnediğini ve bunu saklama gayreti içinde olduğunu gösteriyor.
İş yerinizde sümsük olarak tanımladığınız bir arkadaşınızın bir dirhem bir çekirdek giyimi, akşam için özel bir buluşmaya gideceği algısı oluşturmalı zihninizde.
Hasta olduğu için işe gelmeyen arkadaşınızın sabahın erken saatlerinde whatsapp'ta çevrim içi olması yalan söylemiş olabileceğini düşündürmeli.
Öğle arasında gittiğiniz bir yemek evinde hesabı ödemek üzere kasaya yanaştığınızda, elinizdeki yirmi lirayı gören ve hala çantanızda cüzdanınızı aradığınızı fark eden kurnaz esnafın on beş liralık menü için "yirmi lira versen yeter abla" dediğinde kazıklandığınızı anlamalısınız.
Sokakta on beş yaşında bir genci sigara içerken gördüğünüzde, "nasıl anne baba bunlar, çocuklarına sigara içiriyorlar" demek yerine "kendisini ifade etme adına büyüklerine özenerek kötü alışkanlıklara sürüklenen bir genç" yorumu yapabilirsiniz ya da...

bu örnekler o kadar çoğaltılabilir ki. Her eylemde kendinize sorular sormaya ve açınızı değiştirmeye devam ederseniz, siz de kendi dedektifçilik oyununuzun tadını her gün tadabilirsiniz.

şimdi gelelim üçgenlere. yukarı bakmayacağınıza eminim. Yukarıdaki üçgen, ne renk?

Eğer cevap için tekrar resme bakmışsanız kendinizi kandırmayın lütfen! Yalnızca verilene itaat ediyor ve polisiyeden zevk alamıyorsunuz. 
Fakat ilk anda "MAVİ" üçgenleri saymaya başlamışsanız, tebrikler! Algınız yüksek ve polisiye sizin için eşsiz bir hayat tarzı olabilir!


Kana Davet Referans



 Kana Davet hakkında yazar yorumları;


Hangi duygu bir hesaplaşmayı haklı çıkarabilir. İntikam mı, ego mu? Yazar bu ilk romanında sizi taraf olmaya zorluyor.

                                                                                                                                          Erol ÇELİK
Kesişen yollarında tek başına ayakta kalmanın birbirini ezmekten, baskı kurmaktan ve  hakimiyetin sadece bir kişinin taşıyabileceği bir meşale olduğunu sanıp da gerçeğe döndüklerinde aslında sırt sırta vermenin ne denli büyük bir güç olduğunu gösteren köklü bir renk Kana Davet...
                                                                                                                                   Serkan KOKTAY

Üstünlük kurmaya çalıştığın birini dost bellemektir bazen hayat. Hiç ummadığın an, içten içe hayran olduğun yeteneklerine sarılmaktır. Bir kurşunun ucundadır bazen hayat. Üstelik sadece seninki de değil. Resmi bir tabancaya gizlenmiş tek bir mermi. Tüm akışını etkileyebilir hayatın. Beklenmedik bir zamanda, umulmadık kimseleri Kana Davet edebilir. 

Eğer masumsanız tam şuan siz de davetiyenizi aldınız. Keyifle ve heyecanla okumaya başlayabilirsiniz...                                                                                                                                                                                                                                              Ziya NİZAM
Gerçek bir tanışma seremonisi. Karakter analizler tam yerinde, kurgu tahlili muhteşem. Olağanlığı sıra dışı bir yanıltma ile gözlerinizin önünde sizden saklamayı başaran harika bir ilk roman. Yazarın ikinci çalışmasını merakla bekliyorum.

                                                                                                                                                                                                                                                              Selim ÇİPRUT
"Türk polisiye edebiyatı yepyeni ve başarılı bir eser kazandı. Henüz yazarının ilk romanı olmasına rağmen, okur ilk sayfasından son satırına kadar büyük bir heyecan ve merakla, kitabı elinden bırakmadan okuyabiliyor. Özellikle romanın finali tek kelime ile olağanüstü. Bir okur olarak yazardan bu başarısının devamını beklemek hakkımızdır. Polisiye romanlardan hoşlanan tüm okurlara zevkle okumalarını tavsiye edebilirim...

                                                                                                                                           Osman AYSU 

9 Mayıs 2015 Cumartesi

yazarın mürekkepsizi

vakti ile kalkıştığı bir "yazma" eylemi; bu eylemin peşi sıra "sektör" içinde kendine yer etme çabası; bu çaba yetmezmiş gibi bir de "memnuniyet" mücadelesi...
iştahlı bir okur değilim. hiç bir zaman da olmadım. fakat bir gece ansızın yoğunlaşan dürtüler ile "neden yazmıyorum" şeklinde zihnimde beliren sorulara cevap olarak Kana Davet, ilk elin günahı olmaz niyeti ile ikinci hamur kalitesinde bir "kitap" haline getirildi.
zordu! zor olan karşımdaki 17" lik ultrabook'un ekranında yanıp sönen klavye imlecinin gidip gelmesinin seyri olmadı hiçbir zaman! zor olan, "son" ibaresinin peşi sıra gerçekleşenler idi.
yazmak kolaydı çünkü hayaller, dizginlenemezdi. kolaydı çünkü bir şehir şebekesinin elektriğine ihtiyaç duydum yalnızca.
zor olan; edebiyatın da kendisine ticaret sermayesinde yer bulabilmesine sevinmeli mi yoksa üzülmeli mi kararını verebilmekti. aç gözlüydü yayın evleri ve sizin emeğinizin hiçbir somut ya da soyut değeri yoktu. ağızlarından salyalar akıtarak ve küstahça orta halin biraz üstünde olan ve geçiminizi sağlayabilmek adına imkanlarınızı kimi zaman kısıtlamak zorunda kaldığınız maaşınızın neredeyse üç-dört katını talep edebiliyorlardı. uykusuz gecelerinizin eseri olan müsveddelerinize bakma cömertliğini de esirgeyip, "sefilleri" dahi yazsanız bir öneminin olmadığını öğreniyordunuz akabinde. senet, noter, tasdik, teminat gibi terimleri edebiyatın ana kuvözünde, yayın evinin "vergi levhası" altında zikrediyordunuz daha sonra.

yazmak ucuz, okumak pahalıydı bu sebepten.

olur da içinizde bir dürtü size de "neden yazmıyorum" sorusunu doğurursa, kütüphanenize nasıl bir evlat yerleştireceğinizin hesabını iyi yapın.
selam ile...